Ekrem Karaberberoğlu röpörtajı

Sakaryaspor'un ve Türk Futbolunun efsane ismi Ekrem Karaberberoğlu 2007 Yılında Türkiye Futbol Federasyonu resmi yayın organı Tam Saha dergisine verdiği röpörtajda yetiştiği oyuncuları ve futbol yaşantısını anlattı

Sakaryaspor 02.04.2014, 12:51 02.04.2014, 13:06 SporExpres
Ekrem Karaberberoğlu röpörtajı

 FF Tam Saha Dergisi / Mazlum Uluç 


Hangi biriniz duydunuz Ekrem Karaberberoğlu ismini? Belki Adapazarı'nda oturanlar ve futbolla çok yakından ilgilenenler. Ama aşağıda hikâyesini okuyacağınız adam bu ülke sınırlarının dışında yaşasaydı eminim ki heykelini dikerler, özel gün ve haftalarda adına törenler düzenlerlerdi. Adapazarı ovasından "üç kral", "bir imparator", ve adeta "bir milli takım" çıkaran bir futbol sevdalısından söz ediyorum.

"Sekiz onluk çok mu?" diye sorarken, Mayıs güneşinin iç ısıtan sıcaklığında gülümsüyordu karşımızdaki adam. 80'li yaşlara merdiven dayamışlığın bitkinliğinde değil, delikanlılığın kan kaynatan gürlüğünde çıkıyordu sesi. Kendi tabiriyle "bir tahtası noksan"dı belki ama bu eksiklik yaşından değil, Boşnak inatçılığından ve döneminin en iyilerinden bir "kaleci" olmasından kaynaklanıyordu herhalde.

Mayıs ortasının kavuran sıcağında beni ve foto muhabiri arkadaşım Haydar Tanışan'ı Adapazarı'nın cayır cayır yanan ovasına sürükleyen, Ekrem Karaberberoğlu'nun "yerel" kalmış ama aslında bütün Türkiye'nin duyması gerektiğine inandığımız çok önemli bir özelliğiydi. "Kralların hocası"ydı Ekrem Karaberber. Hatta bir de "İmparator" vardı öğrencilerinin arasında. Turkcell Süper Lig'de krallık tacını başlarına oturtan Hakan Şükür'ü, Bülent Uygun'u ve şimdi rahmetle andığımız Aykut Yiğit'i henüz yolun başında ellerinden tutup büyüten adamdı. Tıpkı o yola adım attıklarında bir gün Milli Takım formasıyla efsane olacaklarını henüz bilmeyen Oğuz Çetin'in, Rahim Zafer'in, Recep Çetin'in, Turan Sofuoğlu'nun, Engin İpekoğlu'nun, İlker Yağcıoğlu'nun ellerinden tuttuğu gibi. Milli Takım formasına kadar ulaşamasa da yolu Sakarya'dan Fenerbahçe'ye uzanan Nejat Ersin gibi? Ya da futbolculuğu döneminde yeterince yakalayamadığı şöhrete teknik direktör unvanıyla ulaşan Şaban Yıldırım gibi?

Ekrem Hoca'nın mütevazı evinin mütevazı konuk odasındaki koltuğumuza oturduğumuzda kafamızdaki sorular bunca yıldızın birbirine oldukça yakın yıllarda nasıl olup da bu kalitede üretilebildiği üzerineydi. Ancak konuya girebilmemiz oldukça uzun sürdü. Çünkü Ekrem Hoca'nın tarih süzgecinde öne çıkan mevzular daha çok kendi oyunculuğu dönemiyle ilgiliydi. Futbolun henüz paraya tahvil edilmediği, oyunun mahalleler arası rekabet düzeyinde bir keyif alma ve bir kızdırma aracı olarak oynandığı yılların adamıydı Ekrem Hoca. O yıllarla ilgili anlatacağı da çok şey vardı kafasında.

Döneminin en iyi kalecilerinden biri 

Başta da söyledik ya, döneminin en iyi kalecilerinden biridir Ekrem Karaberberoğlu. Herkesin kendi şehrinde futbol oynadığı dönemlerde o da Ada Gençlik'in kalecisi olmuştur. Dönemin Milli Eğitim Bakanı Cemil Taner emir vermiş, "Her şehirde bir takım olacak" demiş, Adapazarı'nda da sadece Ada Gençlik kalıvermiştir. 1940'ların ortalarına kadar Ada Gençlik'te oynayan genç Ekrem, askerlik yıllarında bir defa İstanbul'da, bir defa da Ankara'da daha şöhretli takımlarda oynama fırsatını yakalar.

Askerliğinin ilk döneminde İstanbul Maçka'daki jandarma okuluna gelmiş, o zamanlar Beşiktaş'ın Akaretler'deki sahasında da futbol oynama fırsatı bulmuştur. Ali İhsan Karayiğit'in "Gel bizde oyna" teklifi üzerine Beşiktaşlı olmak üzereyken dağıtımı Ankara'ya çıkınca Beşiktaş yerine Jandarmagücü formasının içinde bulmuştur kendisini.

Şans bir kez de Jandarmagücü'nde gülmüştür yüzüne. 22 maç oynayıp sadece 5 gol yerken 5 de penaltı kurtarınca dikkatleri iyice çekmiştir üzerine. Yine bir maç sırasında kale arkasındaki takım elbiseli, kravatlı bir adam ona "Evladım, gel seni Gençlerbirliği'ne alalım, Bakanlıkta da iş bulalım" teklifinde bulunmuş, o ise önce dik dik cevaplar vermiştir. Ta ki kravatlı adam "Oğlum ben Orhan Şeref Apak" diyerek kendisini tanıtana kadar. "Ondan sonra derhal kendimi toparladım ve 'Çarşamba günü antrenmana gelir misin?' teklifini hemen kabul ettim" diye anlatıyor gerisini Ekrem Hoca. Uzatmayalım, Gençlerbirliği'nin o dönemdeki antrenörü Hasan Polat'tır. Antrenmanda denediği Ekrem'i beğenir ve "Sen kimsin?" diye sorar. "Adapazarlı Ekrem" cevabını alınca "Sen misin o Ada Gençlik'in kalecisi? Artık bu takımın kaleci olacaksın. Bırak Gençlerbirliği kalecisi olmayı, Milli Takım formasını bile giyeceksin. Pazar günü Hull City ile özel bir maç yapacağız. İkinci devrede sen oynayacaksın" müjdesini verir.

Ancak maç günü stada gittiğinde acı bir sürpriz onu beklemektedir. Kapıdaki görevli maçta oynayacak oyuncuları tek tek isim okuyarak içeri alırken, asker kıyafetli Ekrem'i futbolculuğa yakıştıramaz. Her ne kadar "Dur, kapıyı kapatma, Hasan ağabey bana söz verdi, ikinci yarıda kalede ben oynayacağım" dese de dinletemez. Yüzüne çarpan kapının sesine hıçkırıkları karışır ve ağlaya ağlaya taburuna döner.

Askerlik bitip de Adapazarı'na döndüğünde kulüpler yeniden kurulmaktadır. Mahallesinin takımı Hilalspor da Yıldırımspor adıyla yeniden faaliyetlerine başlamıştır. Rekabet ise inanılmaz dozdadır. Ada Gençlik, Yıldırımspor'u 8-0 yenerken eski takım arkadaşlarının "Hadi ya bu kadar yeter, daha fazla atmayalım" sözleri öyle gücüne gider ki bir kez daha gözyaşlarını tutamaz. Kararını vermiştir, mahalledeki büyüklerin "Al bu Yıldırımspor'u, hem çalıştır hem de kaleciliğini yap" teklifini kabul edecektir.

Şimdi buraya bir parantez açmak şart oldu. Okurlarımız için Yıldırımspor, Ada Gençlik gibi isimler yabancı gelebilir. Ancak 40'lı, 50'li yıllarda futbol hâlâ mahallidir ve sözü edilen takımlar da Sakarya'nın Fenerbahçe'si, Galatasaray'ı, Beşiktaş'ı gibidir. Zaten o yıllarda yapılan yazlık turnuvalarda da İstanbul takımları ile Yıldırımspor da zaman zaman karşı karşıya gelir.

"Öylesine gözüm karaydı ki, ceza sahasına giren rakip oyuncu ayağında beni bulurdu" diye anlatan Ekrem Hoca da böyle bir maçta Metin Oktay'ın gol vuruşu sırasında ayağındaki topu kapar ve ayağa kalkıp Kral'a sarılır, "Kusura bakma Metin, top aslında senindi" der. Elbette Ekrem Karaberberoğlu, yıllar sonra Metin Oktay'ın tacını takacak kralları yetiştireceğinden o günlerde habersizdir.

Türkiye Şampiyonu'nun oyuncu-antrenörü 

Ekrem Karaberberoğlu'nun hem kaleciliğini hem de antrenörlüğünü yaptığı Yıldırımspor, 1960 yılında Türkiye Amatör Şampiyonu olur. Takımın formalarını Ankara'dan Avni Bulduk göndermiştir. Ekrem Hoca "Biz onlara oyuncumuz Muharrem'i verdik, o da bize bu formaları gönderdi" diyor şampiyon kadronun fotoğrafını gururla gösterirken.

Ancak o şampiyonluk hiç de kolay gelmemiştir. O yıllarda Yıldırımspor'un Gıyasettin Benli isminde çok zengin bir finansörü vardır. Sahip olduğu arazileri parça parça satarak kaliteli oyuncuları transfer eder. İşte o takım Samsun'daki finallere kadar gitmeyi başarır. Konya'yı 7-3, Hatay Kurtuluşspor'u da 2-1 yener ve finalde Samsun Fenerspor'un karşısına dikilir. Finali de kaptan İsmail Baylav'ın penaltı golüyle 1-0 kazanırlar ama ne kazanmak. Ev sahibi takımın taraftarları tam 12 dakika penaltıyı attırmaz Yıldırımsporlulara. Şampiyonluktan sonra sahadan çıkmak da ciddi bir problemdir. Yani o yıllarda sadece yan yana maç izleyen kravatlı beyefendilerden ibaret değildir futbol seyirciliği. Bugünün holiganlarının dedeleri tribündedir o günlerde de. Allah'tan Akyazılı bir başkomiser çıkar karşılarına da askerlerin de desteğiyle şampiyon Yıldırımspor'u çeker alırlar hengamenin içinden. Sonrası ise Düzce'den itibaren takımı karşılayan konvoylar ve Adapazarı'nda ayakları yere değmeyen, omuzlarda taşınan kahramanların geçididir.

Prensipleri için işsiz kaldı 

Şampiyonluğun ardından futbolculuğa nokta koyar Ekrem Hoca. O artık sadece teknik direktördür. Geçimini ise ağabeyinin kendisine devrettiği terzi dükkânından sağlamaktadır. 1963'te Bursa'da antrenör kursunu bitirir, 1965'te de İzmir'de B Kursu'na gider. Ancak kadro dolmuştur ve kabul edilmez. Dönemin İçişleri Bakanı'nın özel kalem müdürü olan arkadaşı Ekrem Günay devreye girer de kurs problemi çözülür.

Adapazarı'na döndüğünde Enver Konuk isimli arkadaşı terzi dükkanına ziyarete gelir ve "Donatımspor'u ele aldık, seni de takımın başına antrenör olarak istiyoruz" der. İşlerin iyi gitmediği terzi dükkânını devreden Ekrem Hoca ertesi gün Donatımspor'da işe başlar. Artık maaşlı olarak çalışmakta ve ekmeğini futboldan kazanmaktadır. Şampiyonluk, ikincilik ve yine şampiyonlukla tamamlanan üç sezonun sonunda Donatım'ın futbol hastası Müdür Muavini, Vagon Fabrikası'ndan Sarı Yusuf'u ve Şeker Fabrikası'ndan şimdi Türk-İş Genel Başkanı olan Salih Kılıç'ı transfer eder. İki oyuncu Perşembe günü antrenmana çıkar. Cumartesi günü de Tophane Tayfun'la İstanbul'da maçları vardır. Ancak kendisinden habersiz futbolcu transferi Ekrem Hoca'nın kabul edebileceği bir durum değildir. Futbolculara sesini çıkarmaz; çünkü "ne yapsın çocuklar, davet edilmiş ve gelmişlerdir." Pandomima antrenmandan sonra kopar. Yöneticilerin yanına gider ve "Bu takımın sorumlusu benim. Benden habersiz takıma oyuncu getirdiniz. İstanbul'daki maça gelmiyorum. Ne haliniz varsa görün" der ve işi bırakır. Terzi dükkânından sonra antrenörlük de gitmiştir. Ama olsun, Ekrem Hoca prensipleriyle birlikte dimdik ayaktadır. Kendisinden habersiz iş çeviren, sorumluluk alanına burnunu sokan idarecilere pabuç bırakmamıştır.

Ne yapacağını kara kara düşündüğü o günlerde imdadına Belediye Reisi asker arkadaşı rahmetli Behçet Deryaoğlu yetişir. Onun vasıtasıyla Ankara'ya gider, dönemin Gençlik ve Spor Bakanı İsmet Sezgin'le görüşür. Ankara'dan dönen işsiz Ekrem değil, "Bölge Futbol Antrenörü" Ekrem Karaberberoğlu'dur.

Sakaryaspor'da bir joker 

Dönüşte Gençlik ve Spor İl Müdürlüğü'nde işe başlar. Aynı zamanda kendisinden Sakaryaspor'un genç takımını da çalıştırması istenmiştir. Hem Sakaryaspor hem de Ekrem Karaberberoğlu için dönüm noktası da tam burasıdır.

Kolları sıvayıp geleceğin yıldız adaylarını yetiştirmek için çalışmaya başlar ama önündeki engeller henüz temizlenmemiştir. GSGM'nin memuru olarak Sakaryaspor'un altyapısını çalıştırması şikâyet konusu olmuştur. Genel Müdürlükten gelen bir telefonda "İki işi bir arada yapamazsın" denir ama "O zaman istifa ediyorum" resti işe yarar. Problem çözülür.

Artık Ekrem Hoca için konsantre olma zamanıdır. Kurduğu genç takım Sakarya şampiyonluğunu elde eder. Bu sırada Sakaryaspor'un A Takım Teknik Direktörü Fahrettin Adanır görevinden ayrılmıştır ve takım sondan ikinci sıradadır. Ekrem Hoca'ya, "Geç takımın başına" denir. O sıkıntılı dönemi "Takım bitmiş. Geceleri uyuyamıyorum. Allah'a dua ediyordum, bu takımı kurtarayım diye. Çünkü diyecekler ki, 'İşte siz yerli hoca istediniz, ne oldu, takımı küme düşürdü!' Halbuki takım küme düşmüş zaten. Ama Allah nasip etti, takım kurtuldu" sözleriyle anlatıyor.

Sakaryaspor'un kümede kalma savaşı verdiği süreçte Ekrem Hoca'ya "Önümüzdeki sezon da takım sana emanet" denmiştir. Ama her şey sona erip Sakaryaspor kurtulunca takımın başına Milan Jivadinoviç getirilir. Ekrem Hoca'ya da "Sen de tercümanlık yaparsın" denilir. O ise bir Boşnak'la bir Sırp'ın bir arada çok da uyumlu çalışabileceğini düşünmüyordur. Yeniden genç takımın başına döner.

Kapısı herkese açık 

Her gelen genç oyuncuya kapısı açıktır Ekrem Hoca'nın. Hiç kimseyi geri çevirmez, ama bir şartla. Elinden tuttuğu oğluyla kulübün kapısını çalan babalara "Senin çocuğunda bir şeyler varsa tamam. Yoksa 1 ay sonra okuluna veya sanata gitsin" der.

Öyle ki, oğullarından Esat futbolcu olurken, diğer oğlu Erkan'ı bir süre denedikten sonra kovar. Gerekçesi, Esat'ın müthiş süratine karşılık Erkan'ın topu bir kaleden diğerine götürdüğü sürede "akşam olması"dır.

O dönemlerde yine böyle biri gelir altyapıya. Ancak Ekrem Hoca o güne dek bu kadar yeteneksizini görmemiştir. Top çocuğun kaval kemiğine çarpıp geri dönüyordur. Ayağını tutup iç, dış, üst vuruşları gösterir her öğrencisine yaptığı gibi büyük bir ihtimamla. Ancak iki-üç ay tahammül edebilir ve sonunda "Oğlum sen okula gidiyor musun?" diye sorar. "Gidiyorum" cevabını alınca da "Evladım sen futboldan vazgeç, okumana bak" deyip gönderir çocuğu. Yıllar sonra o öğrencisinin Spor Akademisi'ni bitirip de Sakaryaspor'a bir dönem Teknik Direktör olmasının şaşkınlığını ise hâlâ yaşamaya devam ediyor.

Kimin futbolcu olup kimin olamayacağının aslında en başından ortaya çıktığına inanır Ekrem Hoca. "Adam olacak çocuk" meselesi yani. Oyuncu bulmakta ise zorlanmaz. Çünkü kendi devrinde top oynayan çocuğunu döven babaların yerini artık "Aman oğlum futbolcu olsun" diyenler almıştır. İş, eline gelen çocuktaki cevheri belirleyip ince ince işlemeye kalmıştır. Ne de olsa terzidir Ekrem Hoca. Kumaştan iyi anlar. İnce işçiliğin de erbabıdır tabii. İşte o ihtimamlı çalışmaların sonunda ortaya çıkar yukarıda saydığımız Türk futbolunun nadide oyuncuları.

Defterden silinen iki talebe 

Öğrencilerinin yalnız oyun kaliteleri değil, insani özellikleri de gurur veriyor Ekrem Hoca'ya. Yalnız iki tanesini defterinden çoktan silmiş. Onlardan söz edilince "Aman aman" diyor, "Benim için onlar kadro dışı?"

İnsan ne yaptıklarını, Hoca'yı neden bu kadar üzdüklerini merak ediyor. Üstü kapalı olsa da anlatıyor Ekrem Hoca. Birisi İzmir'deki bir pavyondan sevgilisini döve döve çıkartmış. Tabii Ekrem Hoca hemen isminin üzerine çiziği atmış. Diğeri ise eşini ve iki çocuğunu terk edip başka bir kadınla ilişki kurmuş. Bu da affedilecek bir suç değil Ekrem Hoca açısından. Onu da silmiş anında defterinden.

Diyor ki, "Ben yokluk döneminde futbol oynadım. Ama dönemimin en yi kalecisiydim. Bir tanesi çıksın desin ki, Ekrem şöyle bir kötülük yaptı. Asla diyemez. Çünkü ben yetişecek nesle ibret tablosuyum."

Arayan yok, soran yok 

Ekrem Hoca, oyuncu yetiştirdiği dönemde sert birisi olarak biliniyor. Gerektiğinde talebelerine tokat akşetmekten çekinmeyen bir yapısı var. Hani, "Oyuncusunu dövmeyen dizini döver" gibilerinden. Bugünlerde ise yetiştirdiği oyuncuların onu pek de aramamasının kırgınlığını yaşıyor. Birçoğu şimdilerde teknik direktörlük yapan oyuncularıyla ilişkisinin sürüp sürmediğini sorduğumuzda "Onlarla benim bir ilgim yok, çünkü beni tanımıyorlar artık. Buraya gelirlerse bazen görüşüyoruz, 'Hocam nasılsın?' diye soruyorlar. Bayramlarda beni sadece dört futbolcum arar. Bülent, Rahim, Şaban ve Soner" karşılığını veriyor.

"Hakan Şükür aramaz mı?" mesela diye sorduğumuzda "Hakan nereden arayacak beni ya, o uzun boylu, bulamıyor beni, havalarda o" cevabını veriyor gülerek. Sonra da "Hayat mücadelesi, bulundukları yerler, meşguliyetleri falan derken eski çevrelerini unutuyorlar tabii. Yoksa ben bir art düşünce falan olduğunu kabul etmiyorum" diyerek öğrencilerine kol-kanat germekten geri durmuyor.

"Bir telefon beklemez mi insan bayramda seyranda?" diye üsteleyecek oluyoruz. "Eskiden bekliyordum ama artık hiç umurumda değil. Ama Şaban bayramlarda çocuklarını alır, gelir mutlaka" diyor. 9 yaşındayken talebesi olan "Bacaksız" lakaplı Şaban'ı belli ki çok seviyor. Ondan "Çok zeki bir oyuncuydu. Futbol zekâsı çok yüksekti. Ama gereken yere gelemedi. Çünkü Sakarya'dan Bursa'ya gitti. Oranın altyapısı kuvvetli olduğu için de yeterince yükselemedi" diye bahsediyor.

Kiralık ev arıyor 

Yetiştirdiği oyuncuların hem zengin hem de ünlü olduğu aklımızdan geçince, Ekrem Hoca'nın bu süreçte futboldan neler kazandığı merakı düşüyor içimize. Bu merakımıza çok gülüyor. Çünkü soru saçma aslında. Kör değiliz ki, oturduğu evi, eşyaları görüyoruz işte. Yine de anlatıyor: "Bir evim vardı. Oğlum Esat Düzcespor'a transfer olduğunda onun katkısıyla dört katlı bir ev yapmıştık. Ama depremde ev yerle bir oldu. Şu anda oturduğumuz ev kiralık. Buradan da çıkmak zorundayız. Çünkü Almanya'daki ev sahibimiz yazları burada oturmaya karar vermiş. Şimdi kiralık ev arıyoruz."

Bir dönemin oyuncu fabrikası Sakaryaspor'un bugün neden asansör takım haline dönüştüğüne takılıyor aklımız. Onun da cevabını veriyor Ekrem Hoca: "Bu, yöneticilerin suçu. Neden? Senede bir ay sana imkân tanınıyor. O imkân ne? Transfer. Futbolcu alma imkânı yani. Sen de kardeşim gidip de elini çamura bulama. Adam al, adam."

Tamam, transfer yanlışlarını anladık ama oyuncu da yetişmiyor ki artık Sakaryaspor'dan. 

Acı acı gülümsüyor ve son dönemde Yıldırımspor'da yaşadığı örnekten yola çıkarak altyapıların nasıl çöktüğünü izah ediyor: "Yıldırımspor benim doğduğum büyüdüğüm kulüp. Orada bir tesis yapıldı. Bir çim ve halı saha. O çimleri de ben döşedim. Orası kiremit fabrikasıydı. Önce çukuru toprakla doldurduk, düzeltip saha yaptık ve çimlendirdik. 340 talebem vardı. 40 tanesi fakir çocuklar olduğu için aidat almıyorduk. 300 talebe 10 lira aidat veriyordu. Her ay 3 bin lira gelir vardı. Ama Ekrem Karaberberoğlu buraya gelince gözünü oymaya uğraştılar. Hayatım boyunca hiç kimsenin işine karışmadım, kimseyi de kendi işime karıştırmam. Ben de eyvallah dedim, bıraktım. Burada filizler fışkırmaya başlayınca amatör kulüpler parayı verip oyuncuları almaya başladılar ve altyapıyı dağıttılar. Her zaman böyle oluyor. Oyuncu henüz olgunlaşmadan, kendini bulmadan koparılıyor ve amatör kümelerde heba oluyor."

Hâlâ futbolun işinde

Peki, 80 yaşında olmasına rağmen hâlâ futbolla ilgileniyor mu? 


"Eğer prensiplerime göre bir ekip bulursam çalıştırırım" diyor ve anlatıyor: "Benim bir talebem var, üniversiteyi bitirdi, kaleci. Geçtiğimiz yaz geldi ve 'Beni bir kulüp istiyor ama hazır değilim' dedi. Birlikte çalışmaya başladık, 2-3 ay antrenman yaptık, o da istediği takıma transfer oldu. Ama o çalışma döneminde çocuğu çok üzdüm yani."

Üç saat süren sohbetin sonuna geldiğimizde bizi uğurlamak için evin ikinci katından aşağı iniyor. Geriye dönüp baktığımda merdivenleri ikişer ikişer ve zıplayarak inen 80'lik delikanlıya bir kez daha saygı duyuyorum.

Oğuz giderayak tokadı yedi 

"Oğuz Çetin'in babası Nihat, Şekerspor'da futbol oynuyordu. Daha önce de Gençlerbirliği'nde oynamıştı. Çok iyi bir kanat oyuncusuydu. Oğuz çok efendi bir çocuktu. Hiç etliye sütlüye karışmazdı. Arkadaşları ona hep takılırdı ama onlarla asla muhatap olmazdı. Oğuz'u A takıma sürekli öneriyordum. Nihayet aldılar. Bizim gençlerin odasında kıyamet kopuyordu. İçeri girdim, 'Hayrola ne bu gürültü?' diye sordum. 'Oğuz A takıma terfi etmiş' dediler, arkasından da 'Ama bir tek o sizden dayak yemedi' diye eklediler. Hepsi mutlaka bir hata yapmış ve tokat yemiştir çünkü. Oğuz'u yanıma çağırdım, ensesine şöyle bir vurdum, 'Şimdi senin önün açık, burada bir-iki sezon oynar, büyük bir takıma gidersin, ben Ekrem Hoca'dan dayak yemedim dersin' dedim. Sonrasında Aykut, Oğuz, Serdar ve Turan Fenerbahçe'ye verildi. 250 milyon lira karşılığında. İsyan ettim. Çünkü sadece Oğuz'u 250 milyondan aşağıya vermezdim. Bir sezon daha bizde kalacak ve Türkiye'yi ayağa kaldıracaktı."

En haşarısı Bülent'ti 

"Bülent Uygun çok haşarı bir çocuktu. Benden ne tokatlar yemiştir. Hulusi diye bir arkadaşı vardı. Zengin bir ailenin oğluydu. Bir gün öğle yemeğinden sonra bisikletimle stada giderken, Hulusi ile Bülent'i gördüm. Bir otomobilin önünde gülüşüyorlardı. Tam Atatürk Lisesi'nin önündeydiler. Bir durum olduğunu anladım. Bir baktım iki kız geldi, otomobile girdiler. Bülent'e seslendim, 'Saat 14.30'da idman var, biliyorsun değil mi?' dedim ve yoluma devam ettim. Bülent idmana geldi ama korkudan titriyor. Odaya aldım, 'Bak oğlum dedim. Sana rica ediyorum. Çok yeteneklisin ve futboldan ekmek yiyeceksin. Hulusi'yle aşık atma. Onun çiftlikleri var, malı, mülkü var. Yapma, senin için üzülüyorum' dedim. Bana erkek sözü vermesini istedim. Söz verdi. Başını okşadım ve Allah yolunu açık etsin dedim."

Aykut Kocaman bambaşkaydı 

"Aykut bambaşka bir çocuktu. Dört dörtlük beyefendi bir insandı. Onu ben yetiştirmedim, İstanbul Altınmızrak'tan Sakaryaspor'a transfer ettiler. Anatomik yapısı çok küçüktü. Takımda da papazlar önde, çocuğu dışlıyorlar. Antrenmanlarda görüyorum, Aykut süper. Neyse A takımın Teknik Direktörü Necdet Niş hastalandı. Başkan Tuncer Tepe beni çağırdı ve 'Sezon sonuna kadar takımın başına geç' dedi. Kocaelispor'la maçımız var. Yardımcım Enver Katip'e ve kaleci antrenörüne 'Herkes bir kadro yapsın, tartışalım, en iyi takımı bulalım' dedim. Ben kendi kadromda sol açığa Aykut'u koydum, Enver itiraz etti. Dedim ki, 'Bu çocuk çok yetenekli ve çok çabuk. Biz Sakaryaspor olarak bu çocuktan para kazanacağız. Oynatalım, eğer aksarsa değiştiririz.' Aykut o gün müthiş bir top oynadı. Ceza sahasına girdi, biçtiler, penaltı kazandık. Nur içinde yatsın Büyük Aykut da penaltıyı gol yaptı. Başkan maçtan sonra beni tebrik etti. 'Başkanım tebrik edecek bir şey yok, yetenek ortada' dedim. O günden sonra Aykut artık takımın değişmez oyuncusu oldu."

Recep Çetin'i çok takdir ederim 

"Çok kuvvetli ve çabuk bir çocuktu Recep. Karasu'nun İhsaniye köyünden. Köy çocuğu olduğu için çok kuvvetli bir yapısı vardı. Fındıkçı olmaları da büyük avantaj. Çünkü fındık insanın anatomik yapısını müthiş güçlendirir. Recep bir maçta sakatlandı. Bileği öyle şişti ki ayakkabı giyemiyor. Beşiktaş maçına gittik. Ben de Beşiktaşlıyım ama onlara da ne olduğumuzu göstermemiz lazım. Recep'in ayağına masaj yaptım ve bileğini tamir ettim. Ayakkabısını giydi ve 'tamam' dedi, zıplayıp durmaya başladı. 'Tepinme oğlum, enerjini sahaya sakla' diye uyardım. O gün öyle bir futbol oynadı ki, sağ kanattan bıkmadan, usanmadan robot gibi gidip geliyor. İşte Beşiktaş'ın gözü o gün Recep'te kaldı. Ayrıca o kadar iyi bir çocuk ki, onu sevdiğim kadar çok da takdir ederim. Beşiktaşlı futbolcu oldu, milli oldu, bir sürü para kazandı ama geldi köyünden kız aldı."

Hakan Şükür 3 yılda hava topuna çıkmayı öğrendi 

"Eğer Ekrem Karaberberoğlu'nun talebesiyseniz kendinizi mutlaka düzeltirsiniz. Bakmayın siz şimdi benim gülerek konuştuğuma. Hakan uzun boylu olduğu için onu önce libero oynattım. Baktım ki olmayacak, santrfor görevini verdim. Antrenman bitiyor, onu ve iki kanat oyuncusu ile stoper Soner'i sahada bırakıyordum. Soner sert ve kuvvetli bir oyuncu. Ona, 'Hakan'a olabildiğince sert gir' diyorum. Soner hava topunda her seferinde Hakan'ı yere yıkıyor, Hakan da yakınıyor. Ona dedim ki, 'Ayağa kalkacaksın ve sen Soner'i yere devireceksin.' Hilafsız aynı tempoda üç sene hava topuna çalıştık. Tokadı yiye yiye hava toplarında rakibinden korkmamayı ve mücadele etmeyi öğrendi. Soner'in onun gelişmesine büyük katkısı oldu. Ama Allah için Hakan da hiçbir gün bana karşı gelmedi. Çok çalıştı. Birleşik hareketlerle top tekniği de gelişti. Benim oyuncularımın hepsinin top tekniği birinci sınıftır. Antrenmanda herkesin bir topu vardı ve iki ayaktan başlayarak, baldır, göğüs, kafa dâhil top sektirilerek çalışılırdı. Bugün menajerlik yapan Erdinç Şehit de benim talebemdi ve kafasında 1500 defa top sektirirdi. Hakan da hiç itiraz etmeden ve yılmadan çalışarak hak ettiği yere geldi. Hatta az bile geldi."

Yorumlar (0)